19 Temmuz 2011 Salı

NAZIM DEDE...

        Havanın  inanılmaz sıcaklıkla kavurduğu günlerin birinde, bir-iki ağaç  ve yandaki binanın duvarının gölgesine sığınmış duran masanın kenarında oturmakta , çayımı  yudumlamaktayım. Az ileride deniz ;  lacivert çarşafın üzerine ağartıcı dökülmüş gibi mavinin alacalıklarında ve de ütülenmesi unutulmuş gibi kırış kırış sallanmakta…tatlı tatlı bir poyraz serinliği henüz başlamakta ve ben güneşin hafifçe solduğu şu saatlarde yerimden kalkıp, evime yollanıp güneşin acımasına muhtaç yollara düşmekle düşmemek arasındaki dalgınlığımdayım. Yandaki masalardan güneşlenmekte olan insanların ve çocukların kah neşeli kah rehavetli sesleri geliyor.

      Öylesine bir dalgınlıkla denizin gözüne gözüne bakarken yanımda sürtülen bir ayak sesiyle irkildim. Döndüm;

-- Hanım kızım yerime oturmuşsun , burası benim.

Siz deyin 80 ben diyeyim 90 yaşlarında bir bey bastonunu sürükleyerek yanıma yaklaşmış gülümseyerek beni süzüyor.

-- Buyurun ,

diyerek masamdaki diğer sandalyeleri gösterdim, zaten kalkacaktım. Ama o,

-- Ben  sandalyemi de getirdim.

diyerek gösterdiğim sandalyelere değil de tam yanıma getirdiği sandalyesini koyarak oturdu.

--Kızım adın ne?

diyerek olduğu gibi muhabbete başladı. Adımı söyledim sonra o adını söyledi böylece tanıştık. Onun adının  ‘ Nazım ‘ olduğunu öğrendim.

Akşama yaklaşan  bu saatlerde benim oturduğum bu yere hep o otururmuş. Evi az ilerideki binada imiş ve artık uzun yürüyemediğinden sadece buraya kadar gelirmiş. Mekandaki her yere hakim kaptan köşkü ayarında bir masaydı ve tam gölgeyle korunan tek yerdi. Benim yerimden kalkmakta kararsız olarak gecikmem onunla beni karşılaştırmıştı.

Yanımdaki kişi öylesine güzel Türkçe konuşuyor ve öyle iyi duyuyordu ki az sonra yaşının hayli ilerlemiş olduğunu unutmuştum bile.

     Öylesine kibar bir şekilde mesleğimi, eğitimimi soruyor,hayatımı sorguluyor,  kendini anlatıyordu ki ve  Bursa da Işıklar Lisesinde okumuş bir asker emeklisi olduğunu öğrendiğimde  bir ortak noktamızı öğrenmekten çok memnun olmuş bir şekilde  yanından hiç ayrılmak istemedim. Yüksek lisans yaptığını,  Avrupada pek çok ülkede görevlerde bulunduğunu ,pek çok yabancı dili konuşabildiğini anlattı.

Ben de az çok konuşabildiğim yabancı dilimi söylediğimde bana son derece akıcı bir şekilde birkaç soru sordu ve anladım ki yanımdaki kişi öylesine değil ciddi ciddi bu dilleri biliyordu, hem de bu yaşta…bu zihin…hayranlıktan  resmen ağzım açık kaldı…sorularını yanıtlamakta zorlandım. Anlaşılan o, sınav yapmaktan hoşlanıyordu. Bildiği bütün dillerden muhtelif örnekler gösterdi.

-- kızım sen 20‘nden kaç gün aldın ? J)

diye sorduğunda  kahkahalarımı tutamadım, şaka mı yapıyordu yoksa iltifat mı?

Bir insan bu yaşta böyle zinde bir zihin ve  muhteşem bir bilgi donanımıyla kalabilirmiydi? Bir erkeğin , bir beyefendi’ nin nasıl olması gerektiğinin canlı   örneği ile karşı karşıyaydım. Yaşımın gerçek halini söyleyip onun yaşını sordum.

-- kızım ben Cumhuriyet çocuğuyum. 1923 doğumluyum,

 dediğinde  bununla ne çok gurur duyduğunu anladım.

-- Atatürk’ çüyüm kızım ben

derken günümüzde yaşananlara inanamaz bir hali vardı. Çevremizdeki masalarda türbanlı hanımların olduğu yere bakarak;

--zor mücadelelerle  kazanılmış haklarını böyle siyasi  bir simge uğruna nasıl feda ediyorlar ? Anlayabiliyormusun kızım?

diye sordu , verilecek cevabım dan utanç duydum çünkü ‘biz geçen 90 yılı çöpe atmaya razı olmuştuk, bir şekilde demokrasi adına…’

  Vatanına ettiği hizmetleri anlattı, okuduğum kitaba göz gezdirdi ve şaşırarak gördüm ki  Dünyamızda  olan biten her şeyi benden yakın izliyor ,biliyordu…

Artık onunla konuşurken ‘ beyefendi’ diye hitap ediyordum çünkü içimden gelen buydu ve saygı duyulacak nadir insanlardan biriydi.

3 çocuk yetiştirmişti , hepsi de mesleğinde ve hayatında başarılı insanlarmış ve 3 te torunu varmış,ben yaşlarda…ısrarla

--kızım bana dede ,   

 diyordu…

Oysa benim bütün dedelerim çoktan göçmüştü…

En sonunda ona ‘beyefendi dede’  diye hitap etmeye razı oldum.

Gerçek bir Cumhuriyet çocuğu’ nun nasıl olması gerektiğini bana öğreten rastlantı benim o gün yerimden geç kalkmaya karar vermemle oluşmuştu. Sonra bana eşinden bahsetmeye başladı, ne kadar  iyi yemek yaptığından , bir zamanlar Dış İşleri Bakanlığında görevde bulunduğundan ,ne kadar iyi almanca bildiğinden konuşurken gözleri pırıl pırıldı…ama kendisi artık araba kullanamıyormuş o sebeple eşi onun şöförü olmuşJ)…

 Bir insanda hemde 90 yaşlarındaki bir insanın gözlerinde  çocuğu, delikanlıyı,ruhu ve beyefendiyi aynı anda görmek  günümüzde mümkün değildir. Ama ben gördüm…

Akşamın yaklaştığını söyleyip  kalkmak istedim ve  masama garsonu çağırıp hesap ödemek istediğimde yine şaşaladım çünkü Nazım dedem cebine davrandı ve onu güçlükle savuşturdum. Israrla kalmamı , eşi ve arkadaşları gelecekmiş onlarla tanışmamı istedi. Ona

-- benden bir bardak çay içerseniz kalırım

dedim ve gözüm bahçeye inen merdivenlerdeydi. Zira sarı- ak saçları  kısa kesim , dizlerinde bir etek ve gömlek giymiş son derece hoş bir hanım merdivenlerden doğruca yanımıza yönelmişti. Nazım dede öyle iyi anlatmıştı ki derhal tanıdım;

-- eşiniz geliyor  

dedim. Nazım dede’ nin hanımı oturmadan önce gülümseyerek  benimle tokalaştı.

--demek tanıştınız , sıkılmadınız umarım…

dedi.

 Nazım dede az bile anlatmıştı karşımdaki hanımın bakımlı yüzü, kıyafeti, elleri yaşını söylemiyordu, belki 80 belki 60…

Günümüze ait konuların her birine ait özel bilgi ve görüşleriyle aydınlatıcı bir muhabbetin içine girmiştik kısa zamanda.

 Hayatın böylesine  umutsuz bir zamanında onları tanımam bana sunulmuş bir  armağan gibiydi. Artık güneşin batma saati  gelmekteydi  ve isteksiz de olsam kalkmam gerekti. Nazım dede ve eşi , arkadaşlarının da geleceğini söyleyerek benim onlarla oturmam için ısrar ediyorlardı.

Anladım ,  günümüz insanlarının bazılarının neden sıkıcı ve ruhsuz geldiğini ;

Çünkü gerçek değillerdi…bilgi ve anlayışın eşliğinde özgüvenle saklanmadan bakan samimi bir çift göz değillerdi…Çağdaş medeniyetin ne olduğunu bu iki insan örneğinde açıkca görmüştüm. En sonunda

-- hoşcakalın, iyi akşamlar

diyerek ellerini sıkıp kalkmayı başardığımda , arkamdan

--görüşmek üzere, yine gel  bu saatlerde biz buradayız…

diye seslendiler. Yine onları görüp göremeyeceğimden emin değildim ama Nazım dede  ve eşi gibi insanların hala olduğunu görmekten  inanılmaz mutlu olmuştum . Ve belki benim gibi düşünen birileri de vardı bu dünyada…bardağın boş tarafını görürken illaki bir de dolu tarafının olması gerektiği gerçeğini unutmayan… mücadele ve umutlarla…


12 Temmuz 2011 Salı

ÖYLE BİR YER...

Öyle bir yerdeyiz ki ne alt ne üst

Ne gece, ne gündüz

Sadece boşluktayız

Ve sonsuz uçuştayız sadece.

Kalp hissediyor, akıl görüyor

Ama bir de biri var ki

Çok yaşlı ve çok genç

Sadece durmuş, bakıyor...

Olana, olacağa, şimdiye,

Sonraya...

Tek işi var olmak

Zaten hep var...

Sonsuzlukta milyonlarca

Parçalanmış ama tek... O

Her şeyi biliyor...

10 Temmuz 2011 Pazar

YURDUM İNSANI

Herkesin uzman olduğu farklı konuları vardır ve hepimiz uzman olduğumuz konularda sınırsız güvenle konuşur,anlatırız. Bazılarımız bilmediğini saklar çok bilirmiş gibi gerekli gereksiz lafa girer sözüm ona karşısındaki uzmanın bilgisine öylesine başvurmuş gibidir.
Evine tamirat için usta çağırmış beyefendi şöyle bir bakar karşısındaki uzmana

“ usta kabaran parkeleri ben sıraladım ama yapıştırıcı bulamadım da çağırdım seni, şimdi şunu buraya bunu şuraya çakıvereceksin, o kadar…”

Aslında usta gelmeden önce en az üç saat uğraşmış satranç taşları gibi uzunlu kısalı tahta parke parçalarını öyle etmiş böyle etmiş bir türlü eşleştirememiş, bayağı bir bozulmuştu.:)) Üstelik matematik öğretmeniydi neden bu kadar basit bir şeyi yerleştirememişti. Usta bir iki baktı sonra şak diye oturttu parke tahtalarını ve on beş dakika sonra işi bitti. Matematik öğretmeni ev sahibi ustanın istediği ücreti ödeyip ona yol verdiğinde şaşkındı. İş ne kadar basitti ve usta güzel bir para kazanmıştı. Ne güzel bir meslek diye düşündü, tam gün onu beklemek zorunda kalmıştı ama değmişti.

Bazen de gerçekten bildiğimiz işleri fiziksel yetersizlikten dolayı başkalarına yaptırmak zorunda kalırız. Ustalıktan daha çok kaba kuvvete ihtiyaç vardır. İşte bu tip kaba kuvvetine başvurulacak ustalar işin bilgi gerektirmediğinin bilincinde olduğundan kendilerini ağırdan satarlar.

Her yaz geldiğinde balkonuma güneşten korunmak için taktığım güneşliğimi taktırmak için birine ihtiyaç duyduğumdan doğal olarak imalatçısını aradım.

İşlerinin yoğun olduğunu servis yazacaklarını yarın gün içinde geleceklerini söylediler. “kaç gibi gelirsiniz ?” dediğimde “ belli olmaz, gün içinde “ yanıtını aldım. İş o kadar kolaydı ki ; iki güçlü kol, güneşlik olan kumaşı hoop kaldıracak balkondaki demirden yuvasına oturtacaktı ama tek sorun biraz yüksekte olmasıydı. Hani yüksekten ürkmesem zorda olsa o ağırlığı kaldırıp yerine oturtacaktım.:)) Tam gün bekledim ancak gelen olmadı. Tekrar aradım ve “ neredesiniz?” dedim.” İşimiz bitmedi yarın geliriz “ dediler. Ertesi günde sonuç yok. Bu arada evde hapis durumunda kıymetli ustalarımı bekliyorum.:)) Dördüncü günün sonunda ödeyeceğim servis ücreti kadar telefon faturası geleceğini fark edip son kez aradığımda “ abla aslında biz imalatçıyız öncelikle yeni yaptırılanlara gidiyoruz, sen başının çaresine bak” dediklerinde boş yere bekletildiğimi anladım. :((

Bilginin çokluğunda alçakgönüllülüğün ortaya çıktığını bilirim ve aynı zamanda koyunun olmadığı yerde keçiye abdurrahman çelebi dendiğini de:))... Böylece beklemeye , bekletilmeye alıştırılıyoruz; vergi dairelerinde, tapu dairelerinde, bankalarda,sıralarda… hizmet almak için beklemek, para ödemek için beklemek, iş yaptırmak için beklemek… Derken beklemeye alışıyor ve kanıksıyoruz.

Bende de öyle olmalı , alışamam derken alıştığımı fark ettim. Nasıl mı ?

Bir sıcak yaz günü sıradan bir çay bahçesine girdiğimde öncelikle şemsiyenin altında bir masaya oturdum. Garson olan genç hemen yanımda bitti, siparişimi sordu , şemsiyemi kontrol etti. İki dakika sonra çayımla geldi, sonsuz bir saygıyla çayı bıraktıktan sonra” abla burası çok sıcak şemsiye yetmiyor gel şu arkadaki masaya geç “ dedi. “ Tamam” dediğimde çantalarımı, çayımı taşıyarak beni nakletti. Şimdi daha iyi idi. Yemek için aldığım poğaçaları çıkardım ve gerçekten serinledim.Ama genç garson az ileride durup göz ucuyla bana bakmaya devam ediyor. Az uzaklaştı sonra elinde peçetelerle geldi ve masama bıraktı. Bunca ilgiden şaşkına dönen ben

“çok sağol “ diye gevelemeye çalıştım, peçeteleri çok değerli bir evrak gibi elimde tutarak:)) gülümsedim. Garsonum diğer masalara gidiyor sonra bana yeni bir şey getiriyordu . Bu defa “ abla poşetten yeme sana servis tabağı getirdim “deyince iyice şaşaladım. Dışarıdan getirdiğim yiyeceğe bozulmamış tam tersine servis tabağına yerleştirmemi istemişti. Alıştığımın dışında bir davranışla karşılaşınca bir an ellerine sarılmak arzusuyla doldum:))“ çok sağol, varol,nurol, Allahım cennettemiyim ne ? :))"

Duygulandım mı ne derken hafiften sıcaktan serine geçince hapşırık tutmaz mı… mendilimi çıkarıp burnumu sileceğim aklımda bir korku…ya şimdi “ abla zahmet etme ben burnunu silerim “

dermi :))? diye….

Alıştığım dışında bir davranışla karşılaşınca aslında bekletilmeye, sevgisiz hizmete ne kadar alışmış olduğumu fark ettim. İnsan şaşırıyor normal bir insan davranışı görünce, ben de şaşırdım ve inanın masamı tertemiz bırakmak için çok özen gösterdim. İstese çay bardağımı mutfağa kadar taşırdım da…:))

Bunca ilgi sonucunda ne hesap ödedim dersiniz?

İki çay parası, iki TL… Genç garsonun bana gösterdiği insanlığı tam karşılayan para henüz keşfedilmedi.

İşte insanlardan soğuyup, umudunuzu yitirdiğiniz anlarda hiç tanımadığınız biri çıkıyor üzerinizdeki tüm kırıklığı alıyor ve tekrar yurdum insanına aşık ettiriveriyor. Biri bozar biri yapar olmasa dünya bu kadar zaman ayak diretemezdi var olmak için…

YURDUM İNSANI

        Herkesin uzman olduğu farklı konuları vardır ve hepimiz uzman olduğumuz konularda sınırsız güvenle konuşur,anlatırız. Bazılarımız bilmediğini saklar, çok bilirmiş gibi  gerekli gereksiz lafa girer sözüm ona karşısındaki uzmanın bilgisine öylesine başvurmuş gibidir.
Evine tamirat için usta çağırmış beyefendi  şöyle bir bakar karşısındaki uzmana
“ usta kabaran parkeleri ben sıraladım ama yapıştırıcı bulamadım da çağırdım seni, şimdi şunu buraya bunu şuraya çakıvereceksin, o kadar…”
Aslında usta gelmeden önce en az üç saat uğraşmış satranç taşları gibi uzunlu kısalı tahta parke parçalarını öyle etmiş böyle etmiş bir türlü eşleştirememiş, bayağı bir bozulmuştu.:)) Üstelik  matematik öğretmeniydi neden bu kadar basit bir şeyi yerleştirememişti. Usta bir iki baktı sonra şak diye oturttu parke tahtalarını ve on beş dakika sonra işi bitti. Matematik öğretmeni ev sahibi ustanın istediği  ücreti ödeyip  ona yol verdiğinde şaşkındı. İş ne kadar basitti ve usta güzel bir para kazanmıştı. Ne güzel bir meslek diye düşündü, tam gün onu beklemek zorunda kalmıştı ama değmişti.
          Bazen de  gerçekten bildiğimiz işleri fiziksel yetersizlikten dolayı başkalarına yaptırmak zorunda kalırız. Ustalıktan daha çok kaba kuvvete ihtiyaç vardır. İşte bu tip kaba kuvvetine başvurulacak ustalar işin bilgi gerektirmediğinin bilincinde olduğundan kendilerini ağırdan satarlar.
Her yaz geldiğinde balkonuma güneşten korunmak için taktığım güneşliğimi taktırmak için birine ihtiyaç duyduğumdan doğal olarak imalatçısını aradım.
İşlerinin yoğun olduğunu servis yazacaklarını yarın gün içinde geleceklerini söylediler. “kaç gibi gelirsiniz ?” dediğimde “ belli olmaz, gün içinde “ yanıtını aldım. İş o kadar kolaydı ki ; iki güçlü kol,  güneşlik olan kumaşı hoop kaldıracak balkondaki demirden yuvasına oturtacaktı ama tek sorun biraz yüksekte olmasıydı. Hani yüksekten ürkmesem zorda olsa o ağırlığı kaldırıp yerine oturtacaktım.:)) Tam gün bekledim ancak gelen olmadı. Tekrar aradım ve “ neredesiniz?” dedim.” İşimiz bitmedi yarın geliriz “ dediler. Ertesi günde sonuç yok. Bu arada evde hapis durumunda kıymetli ustalarımı bekliyorum.:)) Dördüncü günün sonunda ödeyeceğim servis ücreti kadar telefon faturası geleceğini  fark edip son kez aradığımda  “ abla aslında biz imalatçıyız öncelikle yeni yaptırılanlara gidiyoruz, sen başının çaresine bak” dediklerinde  boş yere bekletildiğimi anladım. L((
         Bilginin çokluğunda alçakgönüllülüğün ortaya çıktığını bilirim ve aynı zamanda koyunun olmadığı yerde keçiye abdurrahman çelebi dendiğini deJ)))…   Böylece  beklemeye , bekletilmeye alıştırılıyoruz; vergi dairelerinde, tapu dairelerinde, bankalarda,sıralarda… hizmet almak için beklemek, para ödemek için beklemek, iş yaptırmak için beklemek… Derken beklemeye alışıyor ve kanıksıyoruz.
          Bende  de  öyle olmalı , alışamam derken alıştığımı fark ettim. Nasıl mı  ?  
         Bir sıcak yaz günü sıradan bir çay bahçesine girdiğimde öncelikle şemsiyenin altında bir  masaya oturdum. Garson olan genç hemen yanımda bitti, siparişimi sordu , şemsiyemi kontrol etti. İki dakika sonra çayımla geldi, sonsuz bir saygıyla  çayı bıraktıktan sonra” abla burası çok sıcak şemsiye yetmiyor gel şu arkadaki masaya geç “ dedi. “ Tamam” dediğimde çantalarımı, çayımı taşıyarak beni nakletti. Şimdi daha iyi idi. Yemek için aldığım poğaçaları çıkardım ve gerçekten serinledim.Ama genç garson az ileride durup göz ucuyla bana bakmaya devam ediyor. Az uzaklaştı sonra elinde peçetelerle geldi ve masama bıraktı. Bunca ilgiden şaşkına dönen ben
 “çok sağol “ diye gevelemeye çalıştım, peçeteleri çok değerli bir evrak gibi elimde tutarakJ) gülümsedim. Garsonum diğer masalara gidiyor sonra bana yeni bir şey getiriyordu . Bu defa “ abla poşetten yeme sana servis tabağı getirdim “deyince iyice şaşaladım. Dışarıdan getirdiğim yiyeceğe bozulmamış tam tersine servis tabağına yerleştirmemi istemişti. Alıştığımın dışında bir davranışla karşılaşınca bir an ellerine sarılmak arzusuyla doldumJ)) “ çok sağol, varol,nurol, Allahım cennettemiyim ne ?  J))”
 Duygulandım mı ne derken hafiften sıcaktan serine geçince hapşırık tutmaz mı… mendilimi çıkarıp burnumu sileceğim aklımda bir korku…ya şimdi “ abla zahmet etme ben burnunu silerim “ dermi J))  ? diye...
Alıştığım dışında bir davranışla karşılaşınca aslında bekletilmeye, sevgisiz hizmete ne kadar alışmış olduğumu fark ettim. İnsan şaşırıyor normal bir insan davranışı görünce, ben de  şaşırdım ve inanın masamı tertemiz bırakmak için çok özen gösterdim. İstese çay bardağımı mutfağa kadar taşırdım da…J))
  Bunca ilgi sonucunda ne hesap ödedim dersiniz?  
İki çay parası, iki TL… Genç garsonun bana gösterdiği insanlığı  tam karşılayan  para henüz keşfedilmedi.
      İşte insanlardan soğuyup, umudunuzu  yitirdiğiniz  anlarda hiç tanımadığınız biri çıkıyor üzerinizdeki  tüm kırıklığı alıyor ve tekrar yurdum insanına  aşık ettiriveriyor. Biri bozar biri yapar olmasa dünya bu kadar zaman ayak diretemezdi var olmak için…




İTİNAYLA SUSULUR.

Havaların oldukça sıcak geçtiği bir yaz gününde kendimi ve arkadaşımı alıp şöyle sahilde bir cafeye ya da kahvehaneye girip iki laf edip dinlenmek istiyorum dediğiniz olmuştur.

Hiç dikkatinizi çekti mi? Bir arı kovanına girmiş gibi uğultular içinde herkes konuşuyor, kimse dinlemiyor ve telaş içinde birbirlerine laf yetiştirme çabasındalar.

İşte böyle zamanlarda kim ne konuşuyor diye kulak kabarttığımda genellikle son zamanlarda yapılan bir alışveriş, birisinin birine söylediklerinin çekiştirilmesi yada ünlü birinin son günlerde yaptıkları veya bir TV dizisindeki son bölümde olanlar gibi hiç de önemli olmayan konuların döndüğünü duyuyorum.

Evet, insanın düşünen ve konuşan bir hayvan olduğu doğrudur da hiç mi susma payı yoktur ya da dinleme payı? Öyle bir hale gelmişsiz ki fazla konuşmayan insanlar garipsenir olmuş. Aslında konuşmak anlaşmanın birinci şartı ancak dinleyen olursa anlamlıdır. Anlaşılmak konuşmaktan daha önemli öyleyse. Yok öyle değil ben konuşayım da dinleyen dinler yoksa ne olursa olsun , değildir.

Arkadaşın biriyle birkaç günü beraber geçireceğiz diye sevinçle bir araya geldiğimiz zaman ilk on dk. “ nasılsın, neler yapıyorsun,neler yaptın? “ muhabbeti ile , ikinci on dk. “ kim nerede,ne yapmış,neler olmuş” muhabbeti ile,sonraki üçüncü ve dördüncü on dk.laf da günlük hayat,politika,ekonomi vs. derken iki saat biri anlattı diğeri dinledi ile geçiyor.

Sıra bir şekilde ilişkilere ve onların masada otopsisinin yapılmasına geliyor. Diyelim ki o konuda da iki saat durmaksızın konuştuk ,konuştuk. Eeee artık susalım da dinleyelim,bakalım etrafta neler oluyor? Akşam mı oluyor ,gün mü batıyor? Herkesin içinde bir sığınağı,bir ihmale gelmeyen çocuğu vardır ve onunla da zaman geçirilmelidir. Yani kendini de dinlemelidir,insan.

Ama günümüzde her şekilde eğlence odaklı olduğumuzdan ,sürekli TV izlediğimizden herkesi özellikle de yanındakini sürekli eğlendirmek,oyalamak zorunluluğu doğuyor. Ve arkadaşın ilk dört saat geçtikten sonra dönüyor ve diyor ki :

- muhabbetine de doyum olmuyor (!)?

İnsanların birlikteliklerinden anlaşılan şey “sürekli bir aksiyon sağlayacak durumda“ olup olmadığı neredeyse. Oysa susmak bazen konuşmaktan daha etkili ,daha anlaşılır. Susarak da birilerine bir şey anlatabilir insan.

Akşamüzeri güneş denizin kıyısında yavaş yavaş sulara gömülürken mavi,kırmızı,turuncu kucak kucağa sana serenat yaparken yanındaki arkadaşın gözlerine bakıp susarsın,o da susarsa çok şey konuşmuş olursun. İşte usulunce susma zamanı gelmiştir. Ya da şöyle gelişir olay;

- arkadaşım baksana ne güzel bir günbatımı, değil mi?

- Eeee ne olmuş akşam oluyor işte . Boş ver şimdi ……….dizi de ne yapmış ,duydun mu ?

Susarsın, susmalısın. Duygu yoksa diyecek kelimelerin tükendiği andır,bu an.

- ben seni sonra ararım. ( bir süre görüşmesek iyi olacak.)

Hani bir tanıtım da diyorlar ya “ çalışan susarsa Türkiye susar “ diye. İnanın söyleyecek değerli bir şey olmadığında susarsak hiçbir şey susmaz. Çalışan sustuğunda ise akşam eve götüremeyeceği ekmeği düşündüğünden susar yani anlamlıdır susuşu. Susmalarımız anlamlı olmalı aynen konuşmalarımız gibi. Bir sözümüz daha vardır hani “ susma , sustukça sıra sana gelir” diye. Öyle belletmişlerdir bize haklı olduğunda , haklıyı savunmak gerektiğinde avazın çıktığı kadar konuş,susma. Sıranın sana geleceği besbellidir eğer susarsan. Susmayışımız anlamlıdır. Konuşmak kutsaldır hakları savunurken.

Bizlerin büyüdüğü dönemde sofralarda konuşulmazdı. Evin babası,annesi,büyükannesi ile sofrada yemek yerken birden aklına gelirdi

- baba öğretmen 5 lira dergi parası istedi !

Der demez anne atılırdı

- sus!! Sofrada konuşulmaz !

yada anne

- bayram da geliyor bayramlık lazım çocuklara

Büyükanne gözlerini faltaşı gibi açıp gelini uyarırdı

- sırası mı ?

Zaten hiçbir şeyin sırası gelmeden baba sofradan kalkar yatağına giderdi. Gerektiğinde susma alışkanlığı böyle böyle kazanılırdı. Sonraları anladık ki bu bir ekonomik tedbir uygulaması (!)

Sonra aileler çocuklarını evlilik kurumuna hazırlarken derlerdi ki “ bu zor iştir, eşlerden biri sesini yükselttiğinde diğeri susacak yoksa yürümez “ böyle böyle kadın susmayı öğrenir di. Bazı ailelerin de oğlan çocukları susmayı öğrenirdi. Sanırım bu öğreti artık ortadan kalktı çünkü artık kurumların hiçbiri tam yürümüyor , evlilik kurumu da dahil.

Hayat içinde tamamen arkadaşsız kalmamak için arada bir dizilerin son bölümlerini izlemek , yada komşuların aldığı eski magazin dergilerini karıştırmak yada platonik bir aşkı yaşarken fiilen yaşarmış gibi kurgulamak gibi tedbirler uygulamaya konuldu(!)

Şimdi gelmişsiniz beş hanım arkadaş bir araya dizilerden bahsediliyor uzun,uzun. Birden atlıyorum

- son bölümde çocuk kızı niye aldattı şimdi ? Bu iyi olmadı.

- ama daha önceki bölümde kız da onu aldattı.

- ya öyle mi ? Şey yy… o gün elektrikler kesikti , izleyemedim(!)

Ya da eski dergilerden öğrendiğim ünlü birinin evliliğinden bahsediyorum ,

- Oooo … Onlar çoktan boşandı şekerim…

işte madara olmaktayım.

Muhabbetimize konu olsun diye ikide bir aşk da yaşanmaz ki , eyvah ne edeceğiz şimdi ?(!) Böylece cehaletim diz boyuna çıktı. Aslında size uzun uzun mikro ekonominin makro ekonomi üzerine etkilerinden dolayı günümüzde yaşanan krizlerin gittikçe nasıl derinleştiğinden bahsedeceğim ama şimdi “ boş ver şekerim “ diyeceksiniz.Yada buyurun politika konuşalım,günümüz siyasetinin nasıl yozlaştığını,ibrenin Doğuyu göstermesinden ötürü bozulan doğamızın felaket sonuçları gibi genç neslinde önüne büyük siyasi felaketlerin çıkacağından bahsedelim.

Beynime gereksiz bilgileri dolduracağıma birisi günde sekiz saat ders anlatsın,tercihimdir.

Örneğin psikoloji üzerine uzun uzun ders dinlerim, yada duygularından bahsetsin herkes sırayla , fazla saklanmadan. Yada susalım karşılıklı biri konuşsun diğeri dinlesin. Susmak dinlemektir aynı zamanda. Usuluyle susalım gerektiğinde , varmısınız ?

Bazı arkadaşlarım da vardır ki özlemle anarım her zaman. Kendilerini ararım, “özledim,geliyorum” diye. Gittiğimde bir telaş öpüşülür , hatırlar sorulur.

- eee biz de çıkıyorduk hadi Ada ya gidiyoruz.

- ama pasta getirdim , beraber yesek,konuşsak.

- boşver sonra…

İşte onlar da eylem arkadaşlığıdır . bir araya geldiğinizde bir telaş koşulur,gezilir,aksiyon filmi gibi yaşanır. Gün bittiğinde hiç konuşmadığınızı fark edersiniz. Her seferinde bir şeyler yapmışsınızdır konuşmak hariç. Hani sözel paylaşım, hani duygusal paylaşım?

- ben seni sonra ararım. ( bir süre görüşmesek iyi olacak.)

Gençler içinse iletişim sadece internetle yada telefonla konuşmaktan ibaret. Konuşma eylemi ağız ve dille onlar için neredeyse ayıp(!) Susuyorlar ama usulunce değil.

Gittikleri bir mekanda internet yoksa hayat yok onlar için çünkü dillerinde sözcükler tükenmiş. Ya cep ile yazışmak yada internetde chat onlar için konuşmak demek. Derin yalnızlıklarında bunalım bunalım modernleşmiş haldeler(!)

Yani usulunce konuşmak kadar usulunce susmak da önemlidir. Usulsuzdur susmak; biri gerçekten anlatmak istediğinde kulaklarını tıkamak. Ayıptır da. Hani bazı mekanlarda sigara içmek yasaktır ya bazı mekanlarda konuşmak da yasaklansa diyorum, hani harala gürele boş konuşmak yasaklansa. Hani kadınlar çok konuşur derler ya yalandır , yaşları ilerleyince kadın -erkek fark etmiyor. Herkes de bir kendinden kaçış , iç sesinden kaçış,konuşunca korkular geçer sanıyorlar yada zaman geçmez artık yaşlanma durur sanıyorlar. Nafile sanılar.

Öyle mekanlar açılmalı ki cafe ye gider gibi gidebilmeli insan. Duvarlarında “ sigara içilmez “yazısı yerine “ itinayla susulur “ yazan mekanlar olmalı.

İtinayla susmak bir yetenektir, doğuştan gelir sonradan geliştirilir ve herkesde geliştirilebilir potansiyel vardır. İtinayla susmak karşındakini dinleyebilmektir kulakların ve kalbinle. İtinayla susarak çok şey anlatılabilir ve çok şey dinlenebilir. Bazı yerler de doğa konuşur ve insan itinayla susar,susmalıdır. Şimdi varmısınız itinayla susalım ?


 

AYAK İZLERİ

Daha o sabah öyle, sıradan bir güne uyanmıştı. Sahil kasabalarının bilindik seslerine, birkaç köpek havlamasına,martı çığlıklarına…
Gökyüzü bitmekte olan yazdan çok yeni gelen yaz kadar masmavi , sımsıcaktı. Gündelik işlerini yapmadan önce evinin balkonundan
yolun karşısındaki dağa , ormana baktığında; halen bülbül seslerinin şakıyarak sürdüğünü duydu sonra denize çevirdi bakışlarını kıpırtısız bir sakinlikteydi, dün akşam çılgınca koşan dalgalardan eser yoktu. İki yıl öncesine kadar İstanbul u bırakıp da böyle bir kasabada yaşayacağını söyleseler, güler geçerdi. Olmuştu işte, çocukluğundan beri tanıdığı arkadaşı Derya yı ziyarete geldiği yaz ; her zaman ki gibi şehrin gürültüsünden sıkıldığını anlatırken Derya “ hadi gel buraya yerleş “ dediğinden sanki hep bu teklifi bekler gibi sevinmişti.Sonrası çorap söküğü gibi kolayca gelmiş, İstanbul’ daki evini kiraya verip burada dağı ve denizi gören küçük dairesine taşınmıştı.Daha sonra anne – babasına da birkaç basamakla çıkılan küçük bir daire bulmuş ve böylece hayatlarını değiştirmişlerdi.

Yaşasın emeklilik! dediği günlerini yaşıyor, yılların koşuşturmasının acısını çıkartıyordu. Ağır ağır kahvaltısını bitirdiğinde her zaman yaptığı gibi hazırlandı, sahile indi. Sahilde şemsiyelerin altında oturan altın yıllarını çoktan devirmiş Canan hanım ve Mutlu bey le selamlaştı. Eski limana doğru sahilde günlük yürüyüşüne başladı. Onu oraya kayalıklara çeken neydi hiç bilemiyordu ama her nerede olursa olsun önce gözleri denizi bulur sonra kayalara yönelirdi. Tutkundu maviliklere kendini bildi bileli. Bir akşam Haydarın yeri denilen bahçe de Derya ile oturmuş konuşuyorlardı herkesin kendi alemine daldığı anlardandı . Karşılarında Ada’ların irili ufaklı ışıkları, fonda bembeyaz dalgalar köpürerek ayaklarına kadar geliyordu ,neredeyse içindeydiler suların.Kıyıdaki irili ufaklı taşların üzerinden taşan sular şakırdayarak bir ileri bir geri giderken Derya ya dönerek “ sanki burada zaman kaybediyorum içimden şimdi kalkıp denize doğru koşmak geliyor “ diye itirafta bulunmuştu da Derya bir garip bakmıştı ama “gitme” falan dememişti
Akşam karanlığı çöktüğünde annesinin ve babasının evlerine uğradı,onları alıp birlikte ışıklar içindeki kasabanın dükkanlarını gezerek geçen yaz günlerinden kalma insan kalabalığı ile yürüyüşlerini yaptılar. Sahildeki bütün çay bahçeleri hıncahınç dolu ,fıkır fıkır hayat kaynıyordu. Genellikle orta yaş üstü emekliler burada yaz-kış kalmaktaydı. Böylece yazları hayatın içinde kışları huzurun koynunda sonbaharlarını geçirmekteydiler. Gerçi bazıları kendilerini yılkı'ya bırakılmış atlar gibi hissediyordu ama ne ailesi nede genç emekli olarak kendisi böyle bir ruh halini henüz tanımamıştı. Belki de onları yalnız bırakmadığından dır. Aslında gençler sadece yaz tatilinde bu kasabaya uğrar kışın pek gelen giden olmazdı. Sahilde Kaya Gazinosu diye anılan aslında gazino olmaktan çok bir kahve olan yerde gece yarısından sonra yaz-kış tombala oynanırdı. Anne –babası yaşlarında kişiler , arada bir de yalnız kalan gençler çaylarını içerken tombala da oynarlardı. Onları orada oyuna bırakarak dışarıda dolaşmaya devam etti.
Gözleri yine kayalıklara ve dalgalara kaymış olarak uzunca bir süre geçirmişken bir yandan da teknelere göz gezdiriyordu “ o şimdi nerededir , kimledir ? “ diye. Taşliman da her zaman denize girip güneşlendikleri yerde Derya tanıştırmıştı onları. O da bir İstanbul kaçkınıydı. Yolun yarısı dememiş ömrünün ortasında mesleğini değiştirmiş , balıkçılığa başlamıştı. İlgisini çeken sadece masmavi gözleriydi önceleri ama bir türlü çözemediği başka bir bağ vardı sanki. Topu topu iki üç kez görüşmüş birlikte oturmuşlardı, Derya da yanlarındaydı hep. Kendi sessizliğinde saatlerin nasıl geçtiğini anlamadan anne-babasının evinin önüne kadar gelmişti ki onların eve dönmüş olacaklarını düşündü. Artık dışarıda dükkanlar kapanmış , tek tük gezen kalmıştı. Basamakları yavaşça yürüyerek çantasından anahtarını çıkardı, uyumuş olabilirler diye sessizce kapıyı açtı. Kapının açıldığı uzunca bir koridor var dı ve nedense o gece simsiyah kadife karanlığındaydı. Göz kararı ile elektrik düğmelerini buldu, bastı ama ışık yoktu. Şaşkınlık içinde bakınırken koridorun sonunda bir çift kırmızı alev gibi parıldayan şeyleri gördü. Bir anda kanının damarlarından çekildiğini hissetti. İyice dikkatini verdiğinde bunların bir köpeğe ait gözler olduğunu fark etti. “ bu gece ne anlamsız şeyler oluyor?” diye düşünerek “bu hayvan buraya nasıl girdi?” ye cevap aradı. Hayvan ona doğru yaklaşıyor gibiydi , hızlıca dışarıya çıkarak kapıyı örttü. Artık kalbi yerinden fırlar gibi çarparken geldiği yoldan geri dönerek Kaya Gazinosuna doğru koşmaya başladı. Dışarısı artık serin , tenha ve karanlıktı…sadece kendi ayak seslerini duyuyordu. Korkmayı çoktan unutmuştu , oysa. Ailesini bulmaktan başka bir derdi yoktu şimdi. Gazinonun kapısından içeri baktığında her şey çok sakin göründü ona. Yaşlıların birkaçı uyuklayarak olduğu yerde kalmış ama çoğu gitmişti artık. Annesini ve babasını içeride göremeyince paniklemeye başladı. Belki ‘ benim eve gitmişlerdir ‘ diyerek kendini susturdu. Kendi evinin basamakları önünde annesine çok benzeyen bir gölge gördü, yine kapı önündeki lambalar tutukluk yapmıştı, söylenerek başını kaldırıp bakınca iyice şaşırdı ; o annesine benzeyen ama onun tanıyamadığı bir kadın dı ve giysileri , hali bambaşkaydı, başka bir eve gelmiş olmalıydı.Evinin de boş olduğunu görünce Derya ya gitmeye karar verdi ailesi belki de ona uğramışlardı yada yürüyüşteydiler. Derya ile her zaman geç saatlere kadar otururlardı nasıl olsa. Derya’nın evi Taşliman’a doğruydu ve yine o kayalıklara doğru yürümesine devam etti. Gecenin hoş serinliğinde ve sessizliğinde tam kayalıkların önüne gelmişti ki onu gördü. Kendi boyunda ,biraz daha çökük omuzlu , hafif kambur ve hayli eski moda giysiler içinde bir kadın kayalıkların tam deniz tarafının ucunda durmuş denize bakıyordu. “ iyi akşamlar “ diye seslendi ama kadın onu duymamış gibi kıpırdamadı bile. İyice meraklanmıştı artık yüzünü görmek isteği ile yan taraftan denize yanaşarak yüzüne baktığında ay ışığı altında biran kendini görür gibi oldu ,sanki enaz 10 sene yaşlanmış ,göz çevreleri kalın güneş çizgileri ile dolmuş , perişan bir görüntü ile sarsıldı. Olamazdı böyle bir şey,bu kadar benzerlik şokuyla ‘ kimsin sen ‘ diye seslendi ama kadın ona dönmeden denize doğru mırıldanarak kendini sulara bıraktı. ‘ yardım edin, ne yaptın sen ,imdat biri atladı ! ‘ diye bağırarak kadının denize gittiği yere doğru koştuğunda dalgalarda hiçbir şey göremedi. Bu kadar bağırtısına rağmen çevrede olan kimse yoktu ve kimse yardıma koşmamıştı. Hayal gördüğünü düşünecekti neredeyse ‘ her şey bu kadar kolaymıy dı?’ polise gitmeyi düşündü ama başka gören yoktu neyi, nasıl anlatacaktı. Yılın bu aylarında kayalıklarda metrelerce yükseklikte dalgalara düşen hele de bu ıssızlıkta düşen biri için artık bir şey yapılamazdı. Derya nın kapısını çaldığında ‘ ne oldu sana Hülya ? ‘ diyerek korku ile açtı kapıyı arkadaşı. Ellerinin,bacaklarının titrediğini, betinin benizinin ne kadar solduğunu Derya nın onu bir yere oturtmasıyla anladı. Anlatamazdı, bu akşam olanlar öyle saçmaydı ki .…
Arkadaşının ‘ neden annene telefon edip sormuyorsun ,neredeler diye’ dediğinde ,şaşırdı bunu neden düşünememişti. Uzun uzun çalan telefon açıldığında anne ve babasının çoktan evlerine gittiğini ve hatta telefonla uykularını böldüğünü anladı. Neydi bu olanlar, o evde köpeğin işi neydi, kendi evinin önünde rastladığı yaşlı kadın kimdi ve denize atlayan kimdi ? O gece bunları tamamen kendine saklamayı uygun  gördü.
                                                                                                                             
Ertesi gün Derya’ nın evinden kendi evine doğru yola çıktığında pırıl pırıl bir yaz güneşiyle sokakların yıkandığını,geceden hiçbir iz kalmadığını görerek yaşadıklarına fazla takılmamayı düşündü. Büfenin birinden günlük gazeteleri alarak balkonunda oturduğunda farkında olmadan intihar haberlerini aradığını ayrımsadı. Herhangi bir haber yoktu,ceset de bulunmamıştı. Sonraki iki hafta boyunca sürekli kulakları böyle bir haber duymaya çalıştı, mahalli gazeteler dahil her yeri tarıyor ama hiçbir vukuat yoktu. Eylül ün en güzel zamanlarıydı Derya ile buluşup hergün yürüyorlar , öğle sıcaklarında güneşleniyorlardı. Yine bir gün öğleden sonra Taşliman da bahçe de çaylarını içip , denizi gözlerlerken mavi gözlü balıkçı yanlarına gelip ,oturdu. Balık avı mevsiminden bahsediyor du bu sene hava sıcaklığı yüksek olduğundan balık yok diye anlatıyordu ama onu dinlerken Hülya sadece gözlerine odaklanmak ve hatta ‘o gözlerde kulaç atmak nasıl olur du, yoksa gözlerinin mavi dalgalarına kapılsam mı diye ‘ hayallere dalıyordu. Balıkçı artık poyrazın çıkması halinde balık akınlarının olabileceğinden bahsederken söz bir anda dedesinin de bu kasabada yaşadığından ve hatta dedesinin çok becerikli bir denizci olduğundan yine de av mevsiminin açıldığı ilk gün çıkan büyük poyraz da teknesinin devrildiğinden ve dedesinin denizde kaybolduğundan söz ediverdi bir çırpıda. Dedesinin çok yakışıklı olduğunu ve dedesini günlerce denizde aradıklarını bulunamadığını, arkasından ona aşık bir kadının da ortadan kaybolduğunu anlatırken Hülya bir anda kulaklarına kolayca gelen bu bilginin şokuyla elindeki çay bardağını devirdi. Anlıyordu artık her şeyi o gördüğü kadının kim olduğunu ,ona ne olduğunu ?
O günümüzün kayıplarını araştırmıştı ama yıllar önce kayıp olan insanların kim olduğunu araştırmamıştı ve bu bilgiyi bulamazdı zaten.
Anladı ki o karmaşık gece de farklı zamanların farklı ortamlarını aynı mekanda yaşadığını, ne evi kendi evi,ne annesi kendi annesi idi.
O kadın kendisiydi eğer önündeki yılları da o kasabada geçirmeye karar verirse kendini de böyle bir aşk bekliyordu, belki de o herzaman kendini çağıran kayalıklar,dalgalar sonu olacaktı. Ani bir hareketle Derya ya ‘ artık gidelim mi ?’ diyerek masadan kalktı.
Her şeyi çözmüştü ama kimseye de açıklanamazdı bu. Arkadaşı Derya nın rolü neydi hayatında ,niye onu bu kasabaya gelmeye ikna etmişti ? O neden bu kadar arzu duyuyordu maviliklere,kayalıklara, mavi gözlere ? Kendi ayak izleri idi onu buralara sürüklemişti.
Ama hayır böyle bir sonu olmasına izin veremezdi.
En sonunda ne mi yaptı ? Alelacele kasabadaki evini boşalttı, İstanbul’a döndü ve ailesini de İstanbul’ a dönmeleri için ikna etti.
Arkadaşı Derya bu hızla olup bitene bir anlam veremiyordu ama bu gerekliydi       ‘ sıkıldım bu küçük kasabadan İstanbul çağırıyor beni’
demişti ona. Artık sadece yazları Derya ya birkaç hafta kalmaya gidiyor,sonra İstanbul’ a dönüyordu. Balıkçı ile o yazdan sonra bir daha görüşmedi , denize halen tutkundu hele de kayalıklar evi gibiydi. Artık mavi gözlere asla bakmıyordu aslında tüm gözlerde ayakizleri görmeye başlamıştı ve çok ürkütücüydü. Ayak izlerimiz vardır tekrar tekrar üzerinden yürürüz ve her seferinde yeni bir sapak bulup ömrümüze yeni sokaklar ekleriz ama bazıları aynı yollara gidip yine ,yeniden hayatlarına hüsranı getirirler. Böylece bazı insanlar aynı anda birkaç ömrü heba etmekte ustadırlar.

Kimbilir daha önünde en az bir 10 yıl ı vardı Hülya ‘nın acaba bu sondan kaçabilecek miydi ?

ÖTEKİ...

Şehir hayatının gereği çoğumuz apartman köylerimizde yaşamaktayız ki yeni insan ilişkilerimiz aynı apartmandan seçeceğimiz en fazla iki yada üç aile ile sınırlı kalabiliyor ancak önceden süregelen eski dostluklar sayesinde yalnızlıklarımızdan biraz olsun arınabiliyoruz.


Böyle bir ortamda bazı hafta sonlarında yanıma gelen yeğenimle zaman geçirmekteyim. Yine böyle bir hafta sonu biraz şehiriçi gezmesinden dönmüş akşam yemeği hazırlığı yapmaktayken birden yeğenimin aniden hastalandığını ,ateşinin çıktığını görünce telaşlandım. Evde ateş düşürücü hiçbir şey , ulaşabileceğim yakınları ve en önemlisi çocuğun kimliği yanımda yoktu. Yapılacak en uygun hareket apartman içinden evde çocuğu olan birilerine gidip acilen ateş düşürücü ilaç almamdı. Öyle yaptım, tanıdığım birinci ailenin kapısını çalarak, telaşla durumu anlattım. Onlar da ilaç yoktu ama tanıdığım diğer aileyi işaret ettiler , onların torunları vardı büyük olasılıkla ilaç bulunabilirdi. Telaşla çalabileceğim son kapıya gittim, uzun uzun zili çalmama ve kapı önünde ayakkabı olmasına yani evde olmalarına rağmen kapı açılmadı. Süklüm püklüm geri döndüm , çocuğu soğuk su ile yıkadım , taksi çağırdım ve Etfal Hastanesine doğru yola çıktım. Neyse ki acil de zamanında müdahale edildi ve sonuçta evime döndük.     
    



Bu hikaye mi niye mi anlattım ?


Biz eve geldikten bir saat sonra bana kapıyı açmayan daire sahibinin hanımı aslında komşuluk ettiğim kişi kapıma geldi. “ bize gelmişsin hayr’ola ne oldu ? “ dedi. O kadar şaşırmış ve üzülmüştüm ki kendi kendime “asla bu insanlarla muhatap olma” sözü vermeme rağmen “ neden , kapıyı açmadınız ? diye sordum. “beyim evde yalnız dı, ben de yan tarafta kızıma gitmiştim , eee sende malum yalnız bir kadınsın ,o sebeple kapıyı sana açamamış, kusura bakma.” Bu cevapla iyicene bir şaşaladım. Buna diyecek bir sözüm olamazdı ve kapıdan kadını gönderdim. Sözü geçen evde yalnız kalan adam benden yaşca hayli büyüktü, torunları bile vardı. Neyi,kimin namusunu koruyorlardı?


Birinci seçenek ; benim namusumu koruyorlar ise’ ler kadının kocası güvenilir biri değil di , demek ki. Oysa onlara eşi evde iken ev oturmasına gitmiştim , gayet normal, mazbut bir insandı. İkinci seçenek ; adamın namusunu benden koruyorlar ise şu anki nefislerimin üzerine bin tane nefis eklense ben o adamı düşünemezdim . Her gün görüşüp selamlaştığım, başında türbanı olan ama asla ayrım yapmadan evime aldığım insanlar küçük bir olayla ,düşünce yapılarındaki örümcekli ve kokuşmuş iğrençliği ortaya koymuşlardı.






İşte son günlerde iyicene bir artan tutuculuğun , saçma baskıların küçük örnekleri karşımıza böyle böyle çıkacaktır. Çevremdeki arkadaşlarım örtülü insanlarla muhatap olmayalım, eskiden açık iken şimdi türbana giren arkadaşları protesto edelim diyerek bütün gemileri yakma kararı aldılar. Ben bunlara karşıyım çünkü ; nereye kadar ,kime kadar ayırım yapabiliriz ? Gün geçtikçe eskiden “ ÖTEKİ “ konumundaki insanlar değişiyor ve öyle bir an geliyor ki biz “ ÖTEKİ “ konumuna düşüyoruz. Özgürlükler deyince evet akan sular durur asla özgürlüklere karşı değilim. Yıllarca köylerimizde, kasabalarımızda başörtüsü denilen örtümüz vardır ve o örtü yaşam şartları,  ortamlar sebebiyle onlara uygundur.Yaşı çok ilerlemiş, artık saçları dökülmüş kadınlara,annelerimize,ninelerimize örtü çok da güzel yakışır. İşte onların örtüsünü zorla başından çıkartanların en önce karşısında olmak bizim görevimizdir.

    Ama başörtüsünü türbanla yer değiştiren ve neredeyse islamın şartları kadar önemli bir yere getiren gençlere ne demeli ? Sanki ne kadar günah işlersen işle, ne ahlaksızlıklar yaparsan yap yeter ki başın türbanlı olsun şartı varmış gibi. Bu şekilde davranarak gerçekten dinini yaşamak isteyenleri dinden soğutarak , açıkça insanları ikiye bölüyorlar. Aslında dinimizin şartlarından biri değil , örtüye gelinceye kadar önce iyi insan olmayı sonrada iyi müslüman olmayı öğrenseler daha iyi değil mi ? Türban aslında siyasi tercihin bayrağı konumunda bana kalırsa.



Yine bir gün en havalı semtlerden birinde metronun yürüyen merdivenlerinden iniyorken yan taraftan da çıkan merdivenlerde türbanlı bir genç kız yanındaki delikanlıya acayip bir şekilde sarılmış, öpüşüyorlar hemde hiç de masum olmayan bir şekilde... Onların merdiveni bana doğru çıkarken benim merdivenle yan yana geldi ve şaşkınlıkla bakmak zorunda kaldım, zira çok yanımda idi’ler. Ağzımdan kazara çıııç!çıııç! sesi çıkarmışım ki arkamdaki basamakta duran ve konuşana kadar farkına varmadığım , çok şık giyimli,badem bıyıklı bey “ niye şaşırdınız hanımefendi onların canı yok mu ?” dedi. “elbette , can’ları var. Başındaki türban dinin gereği ise toplum içinde yaptığı şey neyin gereği ? Bu çelişki değil mi ? “ Lafı uzatmadım çünkü o da evinde türbanlısı olan biri idi besbelli. Belki sizde yaşamışsınızdır ; otobüs duraklarında beklerken ; eğer askılı giysiler giymişseniz ve açıksanız otobüs size durmadan geçer, ama o türbanlı kadın gruplarını durak harici bile alır belediye otobüsleri, türbanlı kadınlar genellikle grup halinde dururlar çünkü topluluklar halinde dolaşmak onların en büyük akıllılıklarıdır.



Eğer bir kadın tam anlamıyla İslam dininin gereklerini yerine getirmek istiyorsa önce iyi bir ahlak kazanacak, iyi insan olacak sonra kuran da yazılı İslam şartlarını yerine getirecek ve örtünmeyi nefislerden korunmak niyetiyle yapmak istiyorsa kendini evine kapatacak, inzivaya çekilecek yani bir nevi rahibe olacak. Ondan sonra ortaya çıkıp bu iş dinim gereği diyebilecektir. Toplum içinde , eğitim hayatında, iş hayatında türbanı takarak neyi, kimden koruyabilirsiniz ? Sonra kafanın dışını değil içini korumanız daha önemli değil mi ?Herkesi ahlak yoksunu konumuna getirdiğinizin farkında mısınız ? Başı açık diye kadınlar daha şeytani olur diye bir şey mi var? Erkeklerin dünyasında türbana sonsuz destek çıkması normaldir , kadını hayatın içinden attınız mı iş hayatındaki rekabetiniz kolaylaşacak, özel hayatınız kalan türbansız ÖTEKİ lerle kolaylaşacak, egemenlik kayıtsız şartsız erkeklerin olacak. Körün istediği bir göz oysa onlara verilmek istenen en fiyakalı çift göz , kadınlar kendiliğinden türbanlanmak ve evlerine kapanmak istiyorlar , erkekler bu konuyu özgürlükleri diyerek desteklemesinler de ne etsinler ?



Bu şartlarda ülkemizde “sınıfını seç “ baskıları gün geçtikçe artıyor. Bir ara şu “ bir milyonculardan alışveriş yapmayın” diye protesto vardı , sonra “ türbanlılarla görüşmeyin” diye protesto edilme gündeme geldi. Nereye kadar ? Elimizde olan bunlar ,değerlerimiz bunlar ve birlikte yaşamak zorundayız, kaçarak bir yere varamayız. Çoğunluk iken azınlık konumuna adım adım gelirken “ bırakalım yapsınlar, bırakalım geçsinler “ görüşünde olanlar var . Hayat ,özellikle devletlerin hayatları deneme- yanılma yöntemiyle yaşanmaz. Yanıldık, geriye dönelim diyemezsiniz, son pişmanlık fayda etmez. Her deneme-yanılma insanları tırpanlayarak geçer gider, uğruna canlar verilerek yapılan Cumhuriyet devrimlerinin yerle bir edilmesi asla geri dönülemez yollara sürükler bizleri.


SORUMLULUK

Hayatlarımızda sorumluluk ne kadar yer kaplıyor, hiç düşündünüz mü? Sorumluluk sadece kendi hayatlarımız içinde kendimize karşı değil ,bir şekilde değdiğimiz ,tanıdığımız tüm hayatlar üzerinde sorumluluk yükleniyoruz. Bizleri dünyaya getiren ailemiz başta olmak üzere arkadaşlarımız, iş çevremiz, komşularımız,selamlaştıklarımız ve hatta bir yolculukta aynı taşıtı paylaştığımız yabancı insanlar için bile sorumluluk yükleniyoruz. En önemlisini unuttum sanmayın, elbetteki bizim varoluşumuz için tanrıya karşı sorumluluklarımız….
Evlerimizde tek başına süren yaşantımızda kalbimiz aslında hep tek kalp gibi dünya ile birlikte atıyor yani atmalı…Dünya tutuşurken ‘ boşver, ben burada rahatım deme’ lüksümüz yok , her ne şekilde olursa olsun çok uzaklarda düşen tek bir taşın hareketi bile her kişiyi değiştiriyor,etkiliyor.

Kendimiz için yaşarken ,hayatlarımıza aldığımız insanlar için de yaşarız aynı zamanda. Bir olgu gerçekleşirken o insanların bundan nasıl etkileneceğini, bizim onlardan nasıl etkileneceğimizi hep düşünmek zorundayız. Karşılıklı beğenilmek , onaylanmak duygusundan öte bir şey bu…

Her gün hayatımıza yeni bir insan katabilmek değil hayatımıza kattığımız o insanlar için ne kadar sürekli bir etkileşim içinde olduğumuzdur önemli olan. Binlerce insanı tanıyan ama hiçbirinin ne halde olduğunu ,neler düşünebileceğini hiç merak etmeyen insanlar da vardır.

Bir şekilde birinin hayatına girerler ve bir şekilde hiçbir açıklamada bulunmadan giderler,kaçarlar,sıvışırlar… Ayrılmak , ilişkilerin bitmesi bile bu sorumluluğu düşürmez çünkü eski paylaşımlarınız ile bir zamanlar tanıdığınız o kişinin halen sağ salim olduğunu bilmek istersiniz.

Her şey gibi insan ilişkilerinin de bir ömrü vardır . Bir zamanlar çok yakın olduklarınız; zaman ilerledikçe, o kişiyi iyice tanıdıkça ve keşif edecek yeni bir şey kalmadığını gördükçe, sizden uzak düşmeye başlar ve siz de gitmesine izin verirsiniz. Elbette onun da hayatına yeni insanlar, yeni keşifler katmaya ihtiyacı vardır , sizin de… Bunun adı ayrılmak değil hayattan beslenmesine izin vermektir. Hatta bir gün tekrar karşılaşmak güzelliği için gitmelerini istersiniz. Bu o kişiler için sorumluluk duymaktan kurtulmak anlamına gelmez. Bu oldukça yorucu bir iştir, hayatınıza değmiş hiç kimseyi unutmamak , onlar için halen dileklerde bulunmak, uzaktan da olsa takip etmek…bu sadakattir aynı zamanda.
Ama bazıları da vardır ki siz zorla çağırmadığınız halde hayatınıza dokunurlar, kendilerini tanıtırlar ve sevdirirler. Sizin hayatınızda kendileri için bir yer bulurlar, paylaşımlarınız olur.

Ve sonra bir gün yok olurlar ama ne yokoluş…hiçbir açıklamada bulunmadan , öylece. Sanki siz hiç yokmuşsunuz gibi, sanki sizi hiç tanımamış gibi… Kendinizi değersiz , hakarete uğramış hissedersiniz. Beklersiniz ve istersiniz ki bir açıklamada bulunsun , ‘ sen şunu şunu yaptın, sebep budur…’ ya da ‘ gerçekten değersizdin ve ben daha değerli kişiler buldum…’ diyebilecek yüreğe sahip olsun. Sadece ölüm hiçbir açıklama yapmadan gitmeye neden olabilir.

Gidenler sanmasınlar ki bıraktığınız yerdekiler sizi hemen unuturlar, unutmazlar…

Sizin için halen sorumluluk duymaya devam ederler, hep iyi olmanızı dilerler…

Ama şunu asla unutmazlar ;hayatınıza dokunup , sorumluluk duymadan gitmeyi başarabilmiş duyarlılıkta(!)bir kişi dünyanın en tatlı insanı olsa da vefa ile tanışmadığından hep noksan,hep katı bir madde olarak kalacaktır. Ve siz de bundan sonra yolunuza devam ederken bu ve benzerlerini çevrenize yaklaştırmayacaksınızdır. Ders alınmıştır…

GÜNEŞ

Yere inmiş bembeyaz yas'a
doğuverdin yine.
Ipışıl umutlar ektin
verimli toprağın yüreğine.
Ve o anda gülüverdi , gözleri
Maviliğe doğru
sonsuzluğa tutkun
gümüş kanatların.
Düşlerde can bulan aklıklardı
Kanat çırpan özgürlüktür diye mavilerde
Gönüldü.
Hiç gölgeler çökmezdi yarın'a
Güneşin doğduğu yerdik.
Oysa bir dönmedolaptır başlayınca
Karanlık ve kalabalık sokaklarda,
Hepten şaşırdık
Neredeyiz?
Baltalar iniverdi kanatlara
Kol gezdi gölgeler üzerimizde
Batışı da gördük.
Emeklemekten yeni kurtulan
taptaze beyinlerde canlanıyor şimdi
Doğuş.
Ama oralarda...

YUVA

Açıktı, ardına dek
İki gözlü küçün evin

Kapıları.

İçinde iki küçük kilim

Ve bir iskemle

Nasılsa,bulunmuş bir ayna,

Asılıydı duvarda.

Yalnızlığını haykırıyordu

Yerdeki iki üçük minder

Bekliyordu, yorgun dönecek

Sahiplerini.

Yerde küçük örtüde,durmaktaydı

Kuru bir parça ekmek ve zeytin taneleri.

Belli ki yemişti birazını

Dış avluda oturan

İki küçük çocuk.

Çıplak ve çamurlu ayakları

İnsan olarak terkedilmişliğini anlatıyordu.

Bekliyorlardı dönmesini

Gündelikçi ana-babalarını ve ellerinde

Ertesi günkü nafakalarını.

Dönmeliydi ana-babaları

Belli ki umut çiçekleriydi

Bu çocuklar,onların

Tükenmemişti daha umutları

Varettiklerine göre bu çocukları.

Ve tek sorun sağlamaktı yarını.

HALA İNSAN

Kararmış beyaz elleri tozdan , güneşten
Yıkılmışlığı soğuk rüzgarlardan,yakıcı sıcaktan

Bezgin bir insan durur tarla ortasında.

Alsa da nasibini tarladaki toprak dostluğundan

Söylemez yalnızlığını utanır köylü olduğundan.

Büyük nefreti , terkedilmiş insanlık.

Duyulmaz çığlıkları, sımsıkı kapalı dudaklarından.

Uzaklaşır insanlar,çekilir perde perde sesler

Her akşamla gelen yalnızlık ve kader,

İki damla yaş olur kızarmış yanaklarında.

Yaşardı o bir zamanlar

Tüm insanlar gibi kaygısız

Dostça arzularını sunardı dudaklarında gülümsemeyle

Yaşamı bitti, suskun bir insan kaldı ardında.

Ve o hep dargın, çalıştı el tarlalarında.

Taş kesildi, taş oldu yanan kalbi,

Ağlayamadı o , gözyaşları tükendiğinden

Gördükçe dünyadaki daha kötü olanları

Kendi de şaştı nasıl dayandığına

Hala insandı tamamen tüketilmiş olsa da...



NİSAN BİNDOKUYÜZSEKSEN

BEKLEMEK...

Saatlerin korkutucu akrepleri
Saldırır durur , hep ileriye.

Köpüklü dalgalar bırakarak

Bir gemidir kalkan.

Yolcusu bırakır gözlerini

Geçtikleri her iskelede,

Dönmemecesine...

Aklaşan saçlar mıdır,

Zaman mı?

Bilemeden...

Ve beklemektir ömrün özeti

Durmamacasına , beklemek...

Şikayet edilen gelmeyen değildir,

Çekilen azabıdır beklemenin

Cenneti beklerken yaşanan

Cehennemdir...

ORALARDA

Salınıyorken gün ağır ağır

Akşamın serinliğine,

El ayak çekilirdi, oralardan.

Karanlıklar çökerdi, usulca

Gönüllerle birlikte, oraya.

Huzur bir nimetti sanki

Yenilen aşlarla birlik.

Umutlar daha bir tazelenirdi

Karanlıkta bile, nasılsa.

Oralar bir çiçek bahçesiydi

Hiç bir zaman ıssız kalmayan

Sevdalar ise bir türkü,

Yıldızlarla yakılan.

İşte öyle bir şey olurdu

Oralarda akşam...

İletişim üzerine

Günümüzün dünyası iletişim üzerine kurulu ve bu dünyada herkes her şeyi bilmek,öğrenmek istiyor. Teknolojinin sunduğu imkanlar ne kadar genişlerse o denli bilgileneceğiz yada bilgilenmeliyiz ama öyle mi? Bizde , ülkemizde öyle mi? Elimize verilen iletişim fırsatlarını nasıl kullanıyoruz? Onlarca iletişim aracısı şirketler birbirinden cazip paketlerle karşımıza çıkıyor, biz ne yapıyoruz bu durumda ? Konuşuyoruz, iletişimleşiyoruz? Öyle mi?

Bir yerden bir yere gitmek için bindiğim minibüs tıklım tıklım , herkes tek ayak üstünde, çoğunluk işten evine ter içinde, yorgun dönüyor. Bir anda, her yerden bir melodi fışkırıyor? Kiminde mehter marşı, kiminde klasik parça, kiminde abuk bir şey…zırlıyor. Herkes bir zahmetle çıkarıyor aletlerini ve kulağına yapıştırıyor. Trafik , insan gürültüsü içinde yeterince iletişimleşmek için bağırarak konuşuyor , haliyle… Yanımda ayakta duran hanım da o yoğun trafikte yaşadığı son derece özel ev sorunlarını , hastalıklarını, sanırım sevgilisiyle -çünkü arada bir canım,aşkım lafı geçiyor- konuşmaya başlıyor. Bu yol 45 dk. sürdü ve ineceği yere gelip inmede önce “ iniyorum canım , sonra ararım “ dedi ve telefonu kapattı. Hanım indiğinde tüm özeliyle, tüm minibüs halkı tanıştık . Ben de peşinden insem bir öneri de bulunsam mı diye düşündüm , bir ara :))

Bu sadece bir örnek ,diğer telefonlu kişilerde en az yarım saat konuştular. Oldukça bilgilendim :)) İletişim ne zaman teşhircilikle birleşti ?



Bir arkadaşınızın davetine uyarak evine gidiyorsunuz, her şey iyi,güzel. Derken başköşe de alet ötmeye başlıyor. Haydi… arkadaşınız kapıyor aleti , kapanıyor odasına , başlıyor konuşmaya sanki siz orada yoksunuz, sanki ilgi beklemiyorsunuz , sanki yanlışlıkla gelmişsiniz… Şimdi lafın başını duydunuz , sonra kapı kapandı, iletişiminiz koptu :)) ister istemez merak etmez misiniz? ‘Acaba benimle ilgili sıkıntısı mı varda ,onu mu paylaşıyor’ diye.Eskiden ne güzel adetlerimiz vardı , hatırlar mısınız? Üç kişi bir arada iseniz iki kişi kulaktan kulağa fısıldayamazdı , çok ayıp bir hareket olarak görülürdü. Şimdi öyle mi ya? Bu aletlerin birilerinin yanında çok zırlaması acayip karizmatik bir olay olarak görülüyor. Bakın ‘ ben ne önemli bir adamım , herkes beni merak ediyor ‘ anlamı taşıyor muş…

Aslında tam tersi, herkese saat başı rapor vermeye , özel hayatı yok etmeye yarıyor ve size takip edilen çocuk muamelesi çekilmesine yarıyor :))

Kim arıyor diye merak etmeniz belki gereksiz birkaç dk. süren bir iletişim olsa ama meşgul olduğunuzu söylediğiniz halde tüm gün saat başı düşen telefon sayısı :)) hayli fazla olunca ne düşünürsünüz? ‘ Kim miş ‘ dediğinizde hele de kod adı ile cevap verildiğini anladığınızda size ihtiyaç yoktur, kaçma zamanı… Sürekli herkes aldatma , birbirine haber atlatma derdinde, ne yazık ki…



Tatile çıkarsınız arkadaşınız sizden çok telefonla konuşarak zaman geçirmeye başlar. Neden diye sorduğunuzda cevap da şaşırtıcıdır, “ anlatıyorlar , dinliyorum .“ Şunu demek zor mudur? “ Ben şu anda başka yerdeyim, yüzyüze görüşünce konuşalım. “ İlginç olan bir şey de şu : insanlar yüzyüze konuşamazken bu aletle nasıl böyle detaylarla konuşabiliyorlar? İletişim süresince radyasyona ne çok maruz kaldıklarını söylemiyorum bile.



Evime taşındığım ilk yıllarda uzunca bir süre televizyon almamıştım, gelen giden ‘ aman ne güzel, ne huzurlu, sakin ev ‘ diyorlardı . Mutluydum, çünkü okumaya , dinlemeye fırsat buluyordum. Sonraları ‘ çok sessiz burası, benim de dizim vardı, gideyim ‘ demeye başladılar. Mecburen TV yi aldım, yeter ki gelen giden sıkılmasın diye. Sonra anladım ki beni de kendine alıştırdı bu alet. Neyse ki alıştığım an bırakmayı bilenlerdenim. Hatır sorma , kısa bilgilenme dışında telefona da yüz veremedim, hiçbir zaman…

Bu konuya neden takıldım ? Biz millet olarak her şeyin çamurunu çıkarmaya, uygarlığı taklit edeceğiz derken kendimizi, teknolojinin gerçek amacını unutmaya meyilliyiz.

Eminim telefonu bulan Graham Bell in kemikleri sızlıyordur :)) neler için kullanıldığını duydukça.

İletişim olanaklarını , teknolojiyi modern dedikodu, santaj , birilerini kontrol altında tutmak gibi amaçlarla en çok kullanan millet olduğumuzun ispatları her gün ortada…





9 Temmuz 2011 Cumartesi

MUZIR DÜŞÜNCELER

Sandalyesine oturmuş, masasının üzerindeki bilgisayar ekranına dikkatini yöneltmiş orta yaşlı, kocaman göbeğinden en az 120 kiloluk olduğu görülen, kocaman yanaklı, yarı yarıya inik uzun kirpikli göz kapaklarının altından baygın baygın bakan adam içeri girdiğimi görünce
“ Buyurun” dedi ve yarı aralık ağzından ön dişlerinin ikisi çoktan yerini boşalttığından çatlak bir halde gülümsedi.

Dün vermiş olduğum kanın tahlil sonuçları elimde , sıcaktan bunalmış halde kimliğimi uzatarak karşısındaki sandalyeye çöktüm. Kimliğime uzunca bir bakış attıktan sonra önündeki ekrana tık tık vurunca bir şeyleri doldurmaya başladığını anladım. Bir yandan hikayemi anlatmaya başladım “ anemi durumum vardı geçmiş mi doktor bey ?“ Cevap yok. Doktor Bey sağlık özgeçmişim hakkında sorular sormaya , bende bildiklerimi söylemeye başladım. Derken bilgisayarda kayıtlı anket formunu doldurmaya çalıştığını anladım. Sorular, fotoğraf çekimi falan bitince çekmecesinden bir mezura çıkardı ve beni yanına çağırdı. Mezura ile belimi ölçtü, tartı aleti ile kilomu ölçtü ve bana direkt olarak“ şişmansın “ dedi. Anketteki ölçüye göre ‘şişman’ kutucuğunu işaretledi. Dayanamadım “ doktor bey yağ ölçümü yaptırdım yaşıma göre kilom iyi imiş bana şişman değil biraz kilolu deniyor” diye düzeltmeye çalıştım. İç sesim “ şişman sensin hem de şişmanın küpü kadarsın” :)) diye bağırmaya başladı.

Meslek hanesine geldiğinde bana bakarak “ işin ne ?” sorusunu yöneltince ‘emekli muhasebeci ‘ olduğumu belirttim. Tombul ve kısa parmakları tıklayarak ağzından çıkan ‘ yani artık evdesin ev kadını ‘ sözü ile ‘ ev kadını ‘ olarak işaretlendim. “ Doktor bey 30 yıllık iş kadınlığı geçmişim var “ dedimse de doktor hiç tınmadı. Bunca yıl ev kadını damgası yememek için uğraşmış sonunda da ev kadını olmuştum.:)) İç sesim “ ya emekli erkek olsaydı ev erkeği kutusunu mu işaretleyeceksin doktor?:))“ diye sordu ama ben sustum. Sonra da pişman oldum ‘ acaba başka ne seçenekler var doktor’ diye sormalıydım ama aklıma yazdım bir daha bu soru karşıma gelirse diğer seçenekleri de soracağım. Aslında çoğunlukla dışarılarda işim oluyor yani ev dışındayım acaba ben neyim? :)) Sokak kadını diye bir kutucuk varmıydı acaba?:))

İşte sağlıkta geldiğimiz nokta bu. Aile hekimi olarak atanan kişi anket formu dolduruyor ve şu ana kadar yarım saat acemi acemi form doldurmasını bekledim istesem konuşmak için can atan bu adamla bir yarım saat daha oyalanabilirim. Dışarıda sıra bekleyen kalabalığı oluşturan halkı düşününce sağlık sisteminden şikayetçi görünmeden doktorluk mesleği dışında muhabbetlere de giren ikide bir “ takma kafana “ demesine daha da takıldım. Ben bir şeyi takar gibi değildim ki ilacımı yazacaktı bende çıkacaktım.

Derken muayyene sedyesini göstererek “ uzan “ dedi. Önce anlayamadım neyi ve neden muayyene edecekti ? Sadece kan vermiştim ve sonucuna göre ilaç yazacaktı. Doktor oydu tabii ki … Bir an aklıma yabancı eski karikütürlerdeki doktorların dediği geldi “ soyun ve uzan “ da diyebilirdi.:))Sedye ye uzandığımda kalbimi dinledi ama o kadar doktor gibi değildi ki muayyene etmesi beni çocukluğumuzdaki doktorculuk oyununa götürdü.:)):)) Bu meslek için yıllarca eğitim göreceksin sonra da bir yığın formaliteler ile uğraşarak büro elemanı gibi çalışacaksın ve bir gün hastaların artık senin bir doktor olduğunu unutacak muayeneye kalkıştığında ise şaşıracak ve oyun oynadığını düşünecek.

Daha o sabah bir üniversite hastanesinde çokca tanınmış ve başarılı bir profösere annemi kontrol için götürdüğümde doktor bey’ “ nasılsınız?” diye sorduğumda “ iyiyim ama delirmek üzereyim, artık dayanılacak gibi değil; gelecek yıl bana kontrole gelemeyeceksiniz çünkü Avustralya’ ya yerleşmeye karar verdim” demiş ve bizi üzmüştü.

Farklılıklar o kadar keskinleşti ki ya çok başarılı ama sisteme ters düşen biri oluyoruz yada sistemin emir eri gibi çalışıp vasat altı olup çürüyoruz. Dışarıda doktor için sıra beklerken sımsıcak havada misler gibi :)) ter kokan türbanlılar içinde tek farklı olduğumu görmüştüm. Sonradan iç sesim “ diğer hastalar içeri girdiğinde kapı açıktı acaba ben içeri girdiğimde özellikle neden kapıyı örtmemi istemişti?:)) “ diye sormaya başladı. “Acaba o türbanlılara da sedye ye uzan “:)) diyormuydu?

İşte bir mahalle baskısı daha : hava sıcak diye ceketsiz falan dışarılara çıkarsan olacağı budur.:)) Sonra iç sesime “ sus! Sus! “ dedim zira muzır şeyler düşünmeye başlamıştım. Açık gördü diye abuk subuk sorular sorup gereksiz yere muayyene etmiş olabilirdi, ayrıca bayan olduğum için ev kadınından başka bir şey olmayı bana yakıştıramamış da olabilirdi. Biraz daha düşüncelerime muzırlığı getirirsem Allah korusun kara poşetlere sarılarak dolaşmak zorunda kalabilirdim.:))

Neyse ki sonunda bir kutu kan ilacı yazdı ve özgürlüğüme kavuştum.:))

Acaba ve fakat…Bir dahaki gidişimde ne yapacaktı? Hiç gitmesem mi ?:))

GÜNDEM /KATEGORİZE ETMEK

ÜLKE GÜNDEMİMİZ HİÇ BİTMEYEN FIRTINALARLA DOLU. YILLARCA SÜREN PKK TERÖRÜ VE BU NEDENLE ÖLDÜRÜLEN BEBELER, ÖĞRETMENLER, SİVİLLER ,ASKERLERİMİZ İÇİN İÇİMİZ KAN AĞLARKEN ; BİR DE İSKENDERUN A GEMİLERLE GAZZE DE GERÇEKTEN AŞIRI MAĞDUR DURUMDA OLAN SİVİLLER İÇİN YARDIM GÖTÜRMEK MAKSADIYLA GÖNDERİLEN SİVİLLERİN İSRAİL TARAFINDAN KATLEDİLMESİ HALK DA BÜYÜK ÜZÜNTÜ YARATMIŞTIR. EVET BU KİŞİLER İÇİNDE HAMAS TARAFTARI VARDIR.. BİZİM İÇİN PKK NE İSE İSRAİL İÇİNDE HAMAS ODUR. EVET GİDENLER ASLINDA HÜKÜMET ELİYLE ÖLÜME GÖNDERİLMİŞTİR. ÖLEREK DÖNDÜKLERİNDE HÜKÜMET BİR DEKLARASYON İLE KINAMIŞTIR(!) ve bunu seçimler de taraftarlarından oy avcılığı için kullanacaktır malum.
HALK TAKSİMİ DOLDURMUŞTUR. GERÇEKTEN YARDIM ETMEK NİYETİYLE YOLA ÇIKMIŞ İNSANLARIMIZDA VARDIR. HEPSİ HAMASLI DEĞİL YADA HÜKÜMET TARAFINDAN KULLANILDIKLARININ FARKINDA DEĞİLLER . SONUÇTA BİR GERÇEK VAR. İSRAİL SOPALI , BIÇAKLI İNSANLARA KARŞI ORANTISIZ GÜÇ KULLANARAK KOMANDOLARI ELİYLE ONE MİNUTE NİN CEZASINI VERMİŞTİR.KATLİAM YAPMIŞTIR. BU GERÇEK YOK MU ? TAKSİMDE İNSANLAR İSRAİLİ KINAMIŞTIR. İSRAİL SONUÇTA TERÖR YARATAN BİR DEVLETTİR. GAZZE DE SİVİLLER E EZİYET EDİLMEKTEDİR. DÜŞÜNÜN BİZ DEVLET ELİYLE DOĞU DA KÜRTLERE BU EZİYETİ YAPSAK ,AYNI DURUMA DÜŞERDİK. EMİNİM YİNE HALK TAKSİME ÇIKARDI. EVET FİLİSTİN HALKI BİZİM ÇIKMAZDI.O ONLARIN DUYARSIZLIĞI OLURDU.
EVET HAKLISINIZ GİTMESELERDİ GEMİLERLE, ALET OLMASALARDI , İTİBARIMIZI İYİCE YOK ETMESELERDİ. İYİ OLURDU. EVET ZATEN İTİBARIMIZ SENELERDİR ........BİR PKK YÜZÜNDEN , ........HÜKÜMET YÜZÜNDEN İKİ PARALIK OLDU. O DA DOĞRU.
GİTMELERİ İÇİN BİR SEBEP , DOLDURULUŞA GELDİLER TABİ ÇOĞUNLUK İÇİN SÖYLÜYORUM.HAMAS A YARDIM İÇİN GİDEN DE VARDIR. PEKİ BÖYLE OLDU DİYE İSRAİL ÇOK DOĞRU YAPTI. OH OH İYİ Kİ VURDULAR ONLARI DİYE SEVİNİP KUTLAMA MI YAPALIM ? BEN DEN DEĞİLSEN ÖL MÜ DİYELİM ?
SİYONİST REJİMİ DESTEKLEYELİM Mİ ? DEVLERİN SATRANÇ TAHTASINDA BÜYÜK TAŞLAR DEĞİLİZ ÜLKE OLARAK . RESME BÜTÜNSEL BAKTIĞINIZDA HEPSİ BİRBİRİNE BAĞLI. ZATEN BİZLERİ BÖLMEK AMAÇLARI VE BAŞARIYORLAR DA.
KEMALİSTSEN, CHP LİYSEN,SOLA DÖNÜKSEN DİNSİZ SİNDİR.DİNE KÜFRETMEZSEN BİZDEN DEĞİLSİN. YILLAR ÖNCE HALKIN NEDEN BİZİ ANLAMADIĞININ SEBEBİ BUYDU.
BİREY İNANÇLARINI İÇİNDE YAŞAR. BİR İNANCA SAHİP İNSAN KESİNLİKLE ŞERİATÇI MIDIR ? BAZI ŞEYLER SİYAH VE BEYAZDIR.AMA BAZILARI GRİ DE OLABİLİR. SİZİ ANLAMALARINI İSTİYORSANIZ ÖNCE İNSANLARI VE OLAYLARI KATEGORİZE ETMEYİN. CİNAYET VE KATLİAM HER DİL DE AYNIDIR.
AYNI HATALARA YİNE DÜŞÜLÜYOR.
BEN İNSANIM . DÜŞMANIMDA OLSA ORANTISIZ GÜÇLE ÖLDÜRÜLEN HER İNSANA ÜZÜLÜRÜM. DOĞAL AFETLE ÖLEN ABD LİLERE, TALİBAN ELİYLE ÖLDÜRÜLEN İKİZ KULELERDEKİNE DE.
BU DEMEK DEĞİL Kİ ASKERE , İÇİMİZDEKİ YANGINA AĞLAMIYORUM , ÜZÜLMÜYORUM. GERÇEKLERİ GÖREN BİR HÜKÜMETİ GETİRİP BOYNUMUZDAKİ BU BOYUNDURUĞU ÇIKARTMAKTAN BAŞKA LEGAL YOL YOK. YOK.
AYNI ŞEYLERİ DÜŞÜNEN İNSANLARIZ ,BAZILARI YAKIN ÇEVRESİNİ DEĞERLENDİRİYOR, BAZILARI BÜTÜNE BAKIYOR. SONUÇTA KÖTÜ OLAN EMPERYALİZM , FAŞİZM. NE ULUSUNDAN OLURSA OLSUN MAZLUM MAZLUMDUR..
BUNLARI YAZARKEN BİLE ASKERİMİZE KURŞUN YAĞIYOR ,BİLİYORUM. ONLAR İÇİNDE TAKSİM ,ÇAĞLAYAN DOLDURULDU. ADD ELİYLE TOPARLANDIK. ERGENEKON ELİYLE ŞİMDİ ONLAR TOPARLIYORLAR. DEMEK Kİ GAZZE GEMİSİNE BİNENLERE DESTEK VE İSRAİLİ KINAMA MİTİNGLERİ İÇİN HALKI ORGANİZE EDENLER DAHA BECERİKLİ . SANMAYIN PKK YI KINAMAK İSTEYEN HALK YOK ,ONLARDA TAKSİMİ DOLDURACAK KADAR ÇOKLAR. ANCAK HALK I ORGANİZE EDECEK AKLI ÇALIŞANLAR KENDİ İÇİNDE ÇATIŞMAKTAN TOPARLAMA BECERİSİNDE YETERSİZLER.
İÇİMİZ DEKİ YANGIN ARTIK SÖNMELİ , BİREYSEL ELDEN NE GELİRSE YAPIYORUZ AMA SEÇİMLERDE DOĞRU KARAR VERMEK ,İYİ İDARE EDİLMEK VE SONU GELMEYEN TERÖR VE PKK DAN KURTULMALIYIZ. BARIŞI ÖZLEDİK VE İSTİYORUZ.

PENCERENİN PERDESİNİ....


Biliyormusunuz ?
Sizin gün içinde hiç düşünmeden yaptığınız sıradan bazı hareketlerin bazı insanlar için hayati önem taşıdığını ?
Şehrin birinde üniversite kız yurdunda kaldığım yıllardı. Yurtları bilen bilir, hep beraber oturulur , çalışılır , nispeten aynı saatlerde yatılır ve kalkılırdı.Bir tür askeri disiplinle nöbetli , ışık sön! uyarılı bir yaşantımız vardı. Sabah kahvaltılarında genellikle aynı toplum içinden geldiğimizden evden gelme reçel, peynir ,börek ,çörek yada sanayağı ekmek olurdu. Genellikle bir ikisi bulunurdu ve yatakta kahvaltılar edilirdi.
Yurdumuzun bulunduğu sokağın karşı yönünde bir apartman var ve balkonları bizim pencerelere bakardı. İşte o dairelerden birinde bir aile yaşardı. Ana, baba ,kız ve oğlan çocuklu bir aile. Genellikle haftasonları hava müsaitse balkona kurulur, kahvaltılarını ederlerdi.Baba nın çocuklarına uzun nasihatleri ,annenin şikayetleri ile şen şakrak cıvıldaşırlardı. Onları iyice bellemiştim. Kahvatıyı aynı saatlere getirmeye çalışırdım. Hep beraber takılırdık.Onlar beni hiç bilmediler , belki de görmediler.
Ne zaman ki hava kararmaya başlar, annemiz perdeleri çekerdi ama ortasında küçük bir boşluk kalırdı , nedense. Ve o boşlukta odanın ortasındaki sallanır bir avize , ışıklar yakıldığında pırıl pırıl parlar acayip şekillerde gölgeler yaratırdı. Bütün eğlencem haline gelmişlerdi , kim kalktı ? kim oturdu ? yaz yazabildiğin kadar kafana göre . Bazen biraraya gelirler sanırım oyunlar oynanırdı ve beşinci kişileri ben olurdum. Ne oynuyorlarsa. Bazen tartışılırdı ,hava sıcaksa pencereyi açmışsam duymaya çalışır bazen de uydururdum. Bugün kız acayip açık bir giysi ile dışarı çıktı . Babamız ona bağırıyor bazen de oğlan eve geç gelirdi,ona kızıyor diye... Ben de beklerdim şimdi ne olacak ?
Bütün boş zamanlarımın uğraşı haline gelmişlerdi. Hatta onların ışıkları geç saatlere kadar sönmediğinde merak eder , şimdi gidip sorsam mı , hasta mı var ?
Sıkıntılı yada herşeyden vazgeçtiğim zamanlarda bir şekilde onlarla geri dönerdim hayata. Tutunduğum insanlar olmuşlardı , karşıdan kendi kendime anneye siparişler verirdim akşama şunu pişirsen diye. Çocuklara ise buraya bakın size belki el sallayacağım diye seslenirdim. Hiç bakmazlardı.
Herşey normal seyrinde sürerken, benim bu şehre ilk geldiğim yıl İstanbul Üniversitesi ne yatay geçiş için yaptığım taleb e cevap geldi. İstanbul a kabul edilmiştim. Tüm ailece bunu beklediğimizden apar topar bavullar toplandı ve İstanbula döndüm.
Heyecanla yeni okula gitmeye başladım. Ama ne okul, ne arkadaşlar, ne dersler sarmamaya başladı. Onbeş gün geçmesine rağmen tadım yoktu ve çok mutsuzdum.Kendi ailemleydim ama belki de üniversiteyi yarıda bırakacak kadar şevkim gitmişti. Acemisiydim hayatın ve ben farkında olmadan bir şehre alışmış ve kimse bilmeden herkese bağlanmıştım. Kendim de yeni anlıyordum. Hiç düşünmedim , aileme durumu açtım ve apar topar tekrar o şehre döndüm. Kimse bllmedi , neden , niçin ?
Yurda gittiğimde İlk işim pencereden karşımdakilere bakmak oldu ama kimse yoktu. ' Tatile giittiler' dönerler diye günlerce bekledim. Bütün keyfim kaçmıştı , günlerce o dairenin ışıkları yansın diye bekledim.Neden bu kadar bağlanmıştım ? O gün için bunu anlayamıyordum. Derken bir gün cesaret edip apartmanın kapısına gittim , onları sordum , kapıda gördüğüm birilerine. Baba memur muş tayini çıkmış Anadolu da bir yere gönderilmişler. Nasıl üzüldüğümü anlatamam. Ailemin birini yitirmiştim. Sonraki günlere alışmam zor oldu.
Ve ben artık nereye gidersem gideyim hep onları aradım. Hele de uzun yollarda gözlerim evlerin pencerelerinden dışarıya yansıyan ışıklardaydı. Ve de avizlerin yansımasında. İstanbul bu konuda bir numaradır tabi. Uzun ayrılıkların sonunda ne zaman gece şehre gireriz, pencerelere tek tek bakarım, avizelerine, gölgelerine ve özlediğim aslında şehirle birlikte insanlarıdır. Hepsini koruyormuşcasına , hepsini tanıyormuşcasına benimdirler.
İşte o zamandan beri evimin perdelerini örterim ama küçük bir boşluk bırakarak. Hepimizin evlerinde ve yüreklerinde perdeleri olmalı gerektiğinde örtülmek üzere ama küçük bir boşluk bırakalım, oradan ışık da görülmeli, karanlıkta. Kimbiir belki ışığınız bir başkasını tesadüfle de olsa hayata döndürür. Yada karanlığınızı gören biri size elverir. KİMBİLİR...

FARELERLE DOSTLUK

Anlatacağım öykü bir love story değil ama ondan da aşağı sayılmaz.
Öğrencilik yıllarımda ara tatillerde yada yaz tatillerinde çalışmak mecburiyetim olduğundan ( malum işimizin uygulaması ne kadar erken öğrenilirse mezuniyetden sonra " nerelere geldim ben" sendromu o kadar kolay atlatılır). Büyükler öyle derdi. E bir de nakit özlemi var.
İşte bir yaz tatilinde Beyoğlu Tarlabaşı nda bilmem ne şirketinin en az 5 - 6 yıl öncesine ait kayıtlarını kalamoza ve yevmiye defterlerine yeni hali (!) ile geçirmek üzere biriyle anlaşmışım. Hemde bir üniversite de Öğretim Görevlisi bu şahıs. Neyse işbaşı yaptım, evrakı ve eski tarih onaylı defterleri bana teslim etti. Çalıştığım bina metruk, antika, çivi bile çakılamayan sözümona koruma altında bir yapı. Arşiv şeklinde düzenlenmiş, içinde anılar ve tarih resmen bedenli gibi. Patron sabah gidiyor görevine akşam geliyor.
Sessiz ve yalnız çalışırken eski defterlerin içinden takip ediliyorum hissine kapılamam la dönmem bir oldu.
Bir çift göz defterlerin arasından ürkek beni izliyor.
Sen de kimsin ?
Küçük ,kahverengi ,meraklı bir farecik.Resmen iletişime geçmeye çalışıyor. Zaten koca binada yalnızım , ne güzel can yoldaşım geldi, derken bu birden kayboluyor.Sonra başka bir yerden beni izlemeye devam ediyor.
Böyle böyle birkaç hafta geçti. Şeker ikram ediyorum, alıyor, kaçıyor.Baya bir alıştık birbirimize.
Bir gün iletişimde bir üst sınıfa geçsem elime alsam falan diye ona bir tuzak kurdum.
eski bir vazoyu yan yatırıp içine kesme şekerini koydum, bekledim. Geldi ,şekeri aldı. Pat vazoyu üstüne kapadım. Garibim bir şaşırdı ,hiç beklemiyordu bunu. Bir kenara çektim,sonra onunla oynarım derken ,unuttum.Evime döndüm ve aklıma geldi. Eyvah ki eyvah vicdanım başladı sızım sızımlamaya gece sabahladım, ben ne yaptım diye. Havasız kaldı , öldü zannıyla mahvoldum.
Sabah ilk işim başına gitmek oldu. Hareketsiz öylece yatıyor, arkadaşımı kaybettim. Bir caniyim artık.
Patron olayı gördü .
"Çağır görevliyi de atsın bunu " dedi.
Kapı görevlisi geldi. Daha beter öldürmeye davrandı. Yok yapma etme diyerek hayvanın bütünlüğüne dokundurmadım. Mahzun mahzun cansız yatıyor. Görevli vazonun içinden direkt apartman boşluğuna savurdu garibanı. Amanin o ne ! Benim gariban ayaklandı ,hem de nasıl sevinçle koşuyor.
İşte o zaman gördüm ki fare deyip geçmeyin insanı kandırabilecek kadar akıllı olabiliyorlar. Sonra araştırdım fareler çok mücadeleci, herşekilde varolmayı bilen, gerektiğinde günlerce az oksijen ile yaşayan varlıklar. Ölmemiş ,ölmüş gibi yapmıştı. Hayatta kalmayı başarmıştı.
Sonra ne mi oldu ? Farelerle artık dosttum. Bu kadar mücadeleci ve dayanıklı canlının düşmanı olmaktansa dostu olmalıydım. İnsanlar da bile zor görülen bir özellik bu küçük varlık da vardı.
Daha sonra ki yıllarda onlarla iletişimim hep sıcak oldu, işin ilginci onlar ilgimi anlıyorlardı.